Bu yazıda son zamanlarda okuduğum kitaplardan öğrendiğim ve bende merak uyandıran bazı bilgileri biraz daha detaylı bir araştırmayla sizlere aktarmayı planladım. Son zamanlarda farklı içeriklerde yazılarla hem sizlere çeşitlilik sunmak hem de kendime farklı deneyimler edindirmeyi amaçlamaya başlamıştım. Bu yazı da birbirinden bağımsız 4 farklı içerikten oluştuğu için yeni bir deneyim olacak.
Kendime hedef olarak her ay en azından bir futbol kitabı bitirme gibi bir hedef koydum ve bu yolda da şimdilik ilerliyorum. İngilizce okumaya başladığım için önceliği kolay anlaşılabilir olması açısından biyografileri verdim ancak yavaş yavaş taktiksel bilgi birikimimi de oluşturmak ve oyunu daha bütünsel anlayarak yazmak için farklı tarzda araştırma kitaplarını da portföyüme ekledim. Arsene Wenger ve Arrigo Sacchi’nin biyografileri özellikle çok güzel enstantaneler içerdiği için onlarla ilgili bazı içerik paylaşımları yapmıştım. Burada daha çok kitapta duyduğum bir kavram veya okurken “acaba bu ne” diye merak ettiğim konu başlıklarıyla ilgili şeyler bulacaksınız. Bakalım deneme olarak başladığım bu içerik nasıl ilerleyecek, hep birlikte görelim.
Oriundi Futbolcular ve Bir Köken Hikayesi
İtalya’nın politik olarak zorlu bir tarihinin olması sıkça futbolu da etkilemiştir. Siyasilerin özellikle kitlesel etki alanı yüksek olan şeyleri lehlerine kullanmak için çokça müdahale ettiği futbol da günümüzde hala bazı olgulardan arınamadı. Örneğin 21.yüzyılda hala ırkçılık ile ilgili her sezon bir olay yaşanabiliyor. Ancak durum eskiden hiç de böyle değildi.
İtalyanların yıllarca yaşadığı diaspora nedeniyle, dünyanın pek çok yerinde kökeni İtalya’ya dayanan farklı milletlerden insanlar bulunuyordu. Güney Amerika'da, özellikle Arjantin ve Brezilya'da, İtalyan topluluklarının yoğunlaştığı büyük gruplar vardı. “İtalyan kökenli” anlamına gelen oriundi sayısının bu ülkelerde çok yüksek olduğu tahmin ediliyordu. Arjantin’de bu diasporalar sebebiyle neredeyse 3 milyon İtalyan kökenli insan yaşıyordu.
İtalyan futbolunda yabancı oyuncuların varlığı, her zaman oyunu bir kukla gibi yöneten güçler tarafından tartışma konusu olmuştu. Musolini’nin faşist partisinin 1920’lerde getirdiği sadece iki yabancı oyuncu oynatılması kuralının tek istinası da bu oriundi olarak adlandırılan futbolculardı. Daha sonraları bu mevzu oriundi futbolcuların Azurri forması giyerek İtalya’yı temsil etmelerine kadar ilerledi. Tarihte bunu yapan ilk futbolcu Julio Libonatti’ydi. Rosario’da doğan ve Newell’s Old Boys’ta çıkışını yapan Libonatti’ye bir süre sonra İtalya’nın kapıları açıldı. Torino’da oynamaya başladığından itibaren dönem dönem maç başına birin üzerinde bir ortalamayla gol atıyordu.
İtalya’ya transfer olmadan önce Arjantin milli takımının formasını düzenli olarak giyiyordu ancak bu durum faşist spor yetkililerinin futbolu içine aldıkları sarmalda hiçbir şey ifade etmiyordu. İtalya'nın uluslararası spor hiyerarşisinin zirveye gitmesi için her şeyi yapmaya hazırdılar. Bu sebeple de ailesi İtalyan kökenli olduğu için İtalya milli takımına dâhil edilmesini çifte vatandaşlıkla hemen sağladılar. O zamanlar geçişkenliği engelleyen katı kurallar da henüz yürürlükte olmadığı için 15 maç Arjantin ve 18 maç İtalya milli formalarını giymiş bir oyuncu olarak emekliye ayrıldı.
Bu durum aslında ilerleyen zamanlar için bir emsal yaratmış oldu. İtalya futbol tarihi için önemi tartışılmaz 1934 Dünya Kupası’nın şampiyon olan kadrosunda da Vittorio Pozzo tarafından dahil edilen 3 tane oriundi futbolcu vardı. Luis Monti, Raimundo Orsi ve Enrique Guaita, bu başarıda önemli bir yer oynamadan önce oldukça eleştiri aldı. Pozzo ise bu itirazlar karşısında duruşunu çok net ortaya koydu:
“İtalya için ölebiliyorlarsa, İtalya için oynayabilirler de”
Modernleşen dünyayla birlikte yabancı, göçmen ve bu benzeri kavramlar geçmişteki anlamını kaybetmesiyle çifte uyruklu ya da kökenli futbolcular için artık 15-16’lı yaşlardan itibaren federasyonlar arasında kendi ülke takımlarına dahil etme rekabeti yaşanıyor. Özellikle birbiriyle göç ilişkisi yüksek Almanya – Türkiye, İngiltere – Afrika ülkeleri ve etkisi hala hissedilen İtalya – Arjantin içinde futbolcu geçişleri sık sık yaşanıyor. Ama eskiden olduğu gibi bu gibi hamlelerin büyük bir etkisi olmuyor çünkü futbol her yerde belli bir oranda geliştiği için yeteneğe erişim artık tüm coğrafyalarda mümkün.
Oriundi futbolcuların yakın tarihteki en net örneklerinden biri ise Mauro Camoranesi’ydi. Juventus formasıyla ve at kuyruğu saçlarıyla hatırlayacağımız futbolcunun 1870’lerde İtalya’dan Arjantin’e göçen dedesinden gelen İtalyan vatandaşlığı hakkı sayesinde 55 kez gök mavili formayı giyerek bunu en çok başaran oriundi futbolcu oldu. Camoranesi’nin yakın tarih için oluşturduğu bu örnek, zaman zaman Dani Osvaldo gibi kötü tatlar bıraksa da yeni başarıların mimarlarından olan Jorginho, Emerson, Rafael Toloi gibi önemli futbol aktörlerine de Azurri formasını giydirdi.
Total Futbolun Prototipi
Total futbol kavramı, Rinus Michels ve Johan Cruyff’la tüm dünyada tanınmaya başlanmış olsa da dünyanın farklı yerlerinde total futbol tanımına uyabilecek oyunlar ve stratejiler deneniyordu. Sovyetler Birliği’nin dünyanın kalanından kopuk bir kutu içerisinde futbolda ilerlemesi bunun rahat bir şekilde görülmesini engelledi. Valery Lobanovskyi’nin Dinamo Kiev takımı Avrupa’da fırtına estirdiğinde dünyanın kalanı da oradaki futbolun seviyesinden haberdar olabildi. İstatistiklerle bir matematikçi kadar haşır neşir, entelektüel ve oyuna kalpten bağlı biri olarak total futbolun temel presiplerini Dinamo Kiev ile sahaya dökmeye, Hollandalılardan yıllar önce başlamıştı.
Lobanovskyi’nin oyun sistemi ve futbol felsefesi, aslında halefi olan ve zaman zaman bu hikâyede unutulan Viktor Maslov ile başladı. 1960’larda Dinamo’nun önemli bir konuma gelmesinde Maslov’un başlattığı bilimsel yaklaşım ve akışkan bir formatta oynattığı 4-4-2’nin büyük etkisi vardı. Total futbolun büyükbabası diyebileceğimiz Maslov’un yaklaşımında dizilim sadece kâğıt üstündeydi. Maç içerisinde pozisyonlar değişiyor, savunmacı korkusuzca ileriye pres yapmaya çıkabiliyor ve orta saha oyuncuları ile hücumcular yerlerini terk edip sahayı genişletebiliyorlardı. Bunu yaparken akıllarına Maslov’un kazıdığı bir ilke vardı.
“Takım arkadaşınız ileride çıktığınızda geri dönemezseniz sizin yerinizi dolduracaktır.”
1970’lere geldiğimizde ise Lobanovskyi'nin takımı, Maslov’un oyununu ve anlayışını temel alarak büyük bir seviye atlattı. Özünde total futbolun prototipi sayılabilecek tarzda bir futbol oynayarak 8 Sovyet şampiyonluğu, 6 Sovyet Kupası, 5 Ukrayna Ulusal Ligi şampiyonluğu, 2 Avrupa Kupa Galipleri Kupası ve 1 Avrupa Süper Kupası kazandılar. Düzenli olarak en üst seviyede rekabet eden ve çeyrek finaller, yarı finaller gören saygın bir takım haline geldiler. Bunu sağlarken saha içerisinde en ilerideki hattın yani hücumun, ilk savunma hattı olduğu bir prensip izlediler. Top onlardayken de, dönemin popüler savunma taktiklerinin yarattığı boşluklardan yararlanarak rakiplerin temposunu kırdılar. Saha içindeki total futbol emarelerinin yanı sıra yine Maslov’un temelini atmış olduğu bilime ve istatistiklere olan inanılmaz bir güven vardı.
Lobanovskyi ve herkesten sakladığı veri merkezinin başındaki asistanı Anatoly Zelentsov, oyuncularının nasıl antrenman yaptığını ve oynadığını tanımlayan matematiksel modeller oluşturmak için oyuncular ve rakipler hakkında sayısız istatistik topladı. Bu istatistikler sonucunda sahada uygulanacak her aksiyon sistematik olarak belirlenerek hata riski minimuma indirilmeye çalışıldı. Lobanovskyi’nin veri bilimine verdiği önemin arkasında net bir düşünce vardı:
"Saha içindeki aksiyonlarının %15-18'inden fazla hata yapmayan bir takım yenilmezdir."
Bu hata yüzdesini en aza indirmek için oyuncular antrenmanlarda inanılmaz sıkı çalıştı. Dinamo'nun oyuncularını olabildiğince formda tutmak için zorlu antrenman seansları oluşturan ikili, matematiksel modelleri kullanıldı. Ayrıca oyunu topa sahipken nasıl okuyacaklarını, topu almadan önce nereye pas vereceklerini bilmeleri gerekiyordu. Bu Sovyet döneminin, Cruyff’un total futbolunun bu kadar gölgesinde kalması, birbirinden kopuk dünya bloklarının yüzünden olsa da bu aynı zamanda etkilenme ve ilham alma durumunun varlığıyla ilgili de hala şüphe uyandırır. Bu tıpkı paranın ya da yazının yakın zaman dilimlerinde farklı coğrafyalarda birbirinden bağımsız olarak bulunmuş olmasına benzer. Belki de futbolun gelişiminin izlediği noktanın buraya geleceği vardı ve farklı temsilcilerle farklı yerlerde bu gelişim ilerleyerek “Total Futbol” ortaya çıktı.
Sir Elton John ve Taylor-Made Watford
Londra’nın kuzey sınırında ve Watford’a 15 dakikalık tren mesafesinde olan Pinner'da doğan bir müzik efsanesi’dir Sir Elton Jon. Beş yaşından itibaren babasıyla birlikte Vicarage Road'daki Watford maçlarına gitmesiyle çocukluk aşkıyla tanıştı. Yıllar geçip büyük bir müzik starı olduğunda bile içindeki Watford aşkı çok büyüktü. İlk hit albümü ile tüm ülkede ses getirmesi ve herkesin sevgilisi olmasıyla 1970’lerin başında çaresizlik içinde olan kulüpten ona hisse ve başkan yardımcılığı teklif edildi. Kulüp finansal sıkıntılar içerisindeydi ve Elton John’da bu durumu bir nebze olsun hafifletebilmek için kendi süperstar gücünü kullandı.
Vicarega Road Stadymu’nda 30.000'den fazla seyirciye karşı ilk kez sahne aldı. Bu hem Watford için çok önemli bir kaynak yaratırken hem de Elton John için de bir çocukluk hayalinin gerçekleşmesi gibiydi. Herkes bu karşılıksız sevgiyi gördüğü için Elton John’a daha fazla sorumluluk vermek kaçınılmazdı. 1976’da kulübü tamamen satın aldı ve başkan koltuğuna oturdu. Kulüp 4. Lige düşmüştü ve herkeste büyük bir karamsarlık vardı ancak Elton John nüfuzunu kullanarak dönemin en önemli futbol adamların Don Revie’nin referansıyla genç teknik adam Graham Taylor’ı takımın başına getirdi.
Taylor daha çok alt liglerde çalışmış, genç ve azimli bir teknik direktördü. 27 yaşında antrenörlük lisansı alarak o zaman için bunu yapan en genç kişi olmuştu. Grimbsy Town’da geçen 4 yılın ardında Lincoln City’de gerçek yükselişini yapacaktı. 4.ligde puan, gol ve en az mağlubiyet rekorları kırarak takımı üst lige çıkardığında ilgileri çekmeye başladı. Elton John’un onu Watford’un başında görmek istemesi sebebiyle 2.ligden gelen teklifleri reddederek tarihe geçeceği Watford serüvenine adımını attı. Elton John 5 yıl içinde 1.lige çıkmalarını istiyordu. Taylor o zaman için bunun zor olacağını bilse de mücadeleye her zaman vardı.
Yetmişli yılların zorlu şartlarına rağmen Watford’un yükselişe unutulmaz derecede sıra dışıydı. Önce 1878’de 3.lige terfi ettiler, ardından 1979 ve 1982 derken İngiltere’nin zirvesinde yani 1.ligdeydiler. 1983 sezonunda ligi Graeme Souness, Kenny Dalglish ve Ian Rush’lı efsane Liverpool’un ardından ikinci sırada bitirdiler. Bunu lige yükseldiği ilk sene başaran takım sayısı bir elin parmağı kadar bile değildi. 1984 sezonunda FA Kupası finalini kaybetseler de Taylor’un oynattığı yüksek tempolu pres futbolu taraflı tarafsız herkesin takdirini toplamıştı. Taylor o dönemki oyun tarzını çok güzel özetliyordu:
“Takımlar gerideyken ve özellikle de maçın bitimine 4-5 dakika kaldığında ne yaparlar? Topu sürekli ileri oynayarak hücumda kalabalıklaşırlar. Bunu o dakikalarda yapabiliyorlarsa maçın başından beri de yapabilirler. Fiziksel olarak üstün ve daha kondisyonlu takımsanız bunu başarabilirsiniz. Avrupa’da bu oyun tarzıyla savunmada açık vereceğimizi bilsek de bizim oyun anlayışımız buydu.”
Sir Elton John’la bu süreçte patron – teknik direktör ilişkisinin ötesinde büyük bir dostluk ilişkisi kurdular ve ikisi de yapmak istediklerini başardılar: 5 yıl içerisinde Watford'u Birinci Lig'e çıkararak rekabete dahil ettiler.
Nedir bu “Gaffer”?
Özellikle İngiltere’de maç sonu röportajlarını denk gelmiş ya da İngiliz futbolu üzerine herhangi bir film izlemişseniz bu kelimeyi duymuş olma ihtimaliniz çok yüksek. İngilizlerin takımın menajerlerine hitap ederken kullandığı bu “gaffer” kelimesi sokak dilinde bir tabir gibi dursa da aslında kökeni oldukça eskiye dayanıyor. 16. yüzyılda yavaş yavaş örgütlü çalışmaya başlayan işçi gruplarının genelde başlarındaki ekip liderine bu şekilde hitap ettikleri ve aslında “boss” yani patronun bir karşılığı olarak ortaya çıktığı düşünülüyor. 17. yüzyılda ise bu tabirin zaman zaman “old man” yani yaşlı adam tarzından bir kullanımla bahsedildiği bazı kaynaklarda yer alıyor.
Bu kullanımın halk arasında daha yaygınlaşması ise özellikle film endüstrisi ve spor sayesinde oluyor. Daha sonra spor takımlarında – İngiltere özelinde ragbi ve kriket ile başlayarak ardından futbol – oyuncuların takım menajerine bu şekilde hitap etmesiyle dile iyice oturuyor. Bunda eski zamanlarda futbol menajerlerinin daha çok sert ve babaç figürler olmaları ve günümüzdeki halinden daha çok saha dışında işler hallediyor olmaları da yatıyor. George Ramsay ve Herbert Chapman gibi türünün ilk örneği olan menajer rolü, o zamanlar saha içindeki diziliş, görev dağılımı ve oyun tarzı gibi sorumlulukları olsa da günümüzde kulüp yöneticilerinin yaptığı çoğu işi yine bu menajerler yapıyordu. Zaman ilerleyip de futbol ve dinamikleri gelişince saha içinde aktif olan koçlar yani oyuncuların günlük antrenmanlarını yaptıran görevler ve daha çok saha dışı ve kulüp düzenlemeleriyle birlikte ilk 11’i belirleyen, transferleri yapan ve finansal durumlara hakim menajer görevi beraber ilerlemeye başladı.
Gaffer kavramının en büyük örneği muhtemelen Matt Busby’di. Neredeyse tüm ülkede bir ikon haline gelmiş ve Busby Babes olarak anılan genç oyuncu grubuna önderlik etmişti. Her ne kadar ön planda olan Matt Busby olsa da takımı her gün maçlara hazırlayan ve tüm saha içi detaylara hakim olan asistanı Jimmy Murphy burada es geçilmemesi gereken bir figürdü. Ancak o da Busby’i gaffer olarak kabul eder ki bu da o dönemdeki hem hiyerarşiyi hem de işleyişi bizlere gösterir. Takımın bağlı olduğu en büyük patron ve herkesin karşısında önünü iliklediği esas adam hep Matt Busby’di.
Modern zamanlara yaklaştıkça saha içi ve dışı birbiriyle keskin şekilde ayrılmaya ve futbol yönetimi için profesyoneller ortaya çıktıkça bu tarz kapsayıcı roller yerini daha çok özelleşmiş rollere bıraktı. Yine de bu değişime rağmen gerek karizmaları gerek de başarıları ile gücü elinde tutan modern gaffer’lar da görüldü. Nottingham Forest'ı averaj bir takım olarak alıp Avrupa’nın zirvesine çıkaran Brian Clough, Liverpool tarihinin en uzun süre görev yapan menajerlerinden Bill Shankly ve belki de son modern temsilcisi Alex Ferguson, bu çizginin önemli temsilcileriydi.
Günümüzde menajerler daha çok saha dışında teknik direktörler ve antrenörler saha içinde olacak şekilde bir ayrım görebiliyoruz. Yine de bu gaffer kavramının zaman içinde aslında içinde yüklü bir saygı ve samimiyet kavramı olduğunu da düşünebiliriz.
Sambacı
Yorumlar