1963’te Karayip Adaları’nın bir parçası olan Jamaika oldukça karışıktı. Sokaklarda kanlar dökülüyor ve Rastafaryan topluluğu devletin zulmüyle yüzleşiyordu. Kendini güvende hissetmeyen masum halkın Avrupa’ya ve Amerika’ya göçleri başladı. Wright ailesi de hayvancılıkla uğraşan kendi halinde Jamaikalı bir aileydi. İşlerinin burada güvende olmayacağını hisseden Herbert ve Nesta çifti o dönemde bolca yeşil meralara sahip olan İngiltere’ye doğru yola koyuldu. Londra’nın taşrasına yerleştikten 1 yıl sonra da çocukları Ian dünyaya geldi.
Zorlu Geçen Çocukluk
Babasının Ian henüz 1,5 yaşındayken evi terk etmesi, onun zorlu bir çocukluk geçirmesine yol açtı. Annesinin yeni bir adamla evlenmesi durumu daha da kötü bir noktaya getirdi. Üvey babasıyla iletişimi hiç iyi değildi. Onlara şiddete kadar varan davranışlar sergileyen bu adamdan çocukluğu boyunca nefret etti. Deneyimlediği tek duygu nefret olan Ian, bu yüzden içine kapandı. Evde keyif aldığı tek şey susup saatlerce sevdiği futbol programlarını izlemekti. Kısa süre sonra futbolcu olmaya karar vererek okulu bıraktı ancak 16 yaşına kadar profesyonel futbola kıyısından bile yaklaşamadı. Gittiği her kulüp tarafından reddedildi. Vergi ödemediği için kısa bir süre hapis yattığında ise artık tek kurtuluşunun futbol olduğuna emin oldu. Önce halı saha amatörlüğünde olan “Sunday League”de oynadı. Ardından 21 yaşında ilk yarı-profesyonel kontratını Greenwich Borough takımıyla imzaladı. Hikâye geç başlasa da basamaklar hızlıca atlandı çünkü yaşadıkları sebebiyle hızlı olmayı öğrenmişti. Ne de olsa tarihin en iyi sprinterlerine sahip Jamaika kökenleri de ona hızlı olmaktan başka bir şey bahşetmiyordu.
Neredeyse 16 yaşına kadar sürekli bir pozitif ilham aradı ancak içinde bulunduğu durum onu sadece sinirli biri yaptı. Okuldan öğretmeni Sydney Pidgen’dan ilk kez sevgi gördüğünde artık hayatı daha farklı yaşayabileceğinin farkına vardı. O bir star olacaktı ve kendi çocuklarına bu ilk ilhamı vermek için tarih yazacaktı. İşte Crystal Palace, Arsenal ve İngiltere Milli Takımı derken Ada futbolunun en önemli efsanelerinden biri bu başlangıç hikâyesiyle doğmuş oldu. Gelin hep birlikte Wright-Phillips ailesine ve kuşaklardır aktarılan mirasına yakından bakalım.
Ailenin Phillips Tarafı
Ian Wright, Crystal Palace ve Arsenal günleriyle efsaneleşmeden önce daha 21 yaşındayken kız arkadaşı Sharon Phillips'in 3 yaşındaki oğlunu evlat edindi. Kendi üvey babasından gördüğü korkunç muamelenin hiçbirini yaşamaması için onu öz evladından da öteye koydu ve ona büyük değer verdi. Bu evlatlık aldığı ufak çocuk, yıllar sonra hepimizin bildiği adıyla Shaun Wright-Phillips olarak soyadını değiştirdi. Sadece bir yıl sonra, Sharon Phillips ve Ian Wright'ın birlikte de bir oğulları oldu. Onun adı da Bradley Wright-Phillips’ti.
Shaun ve Bradley, Ian Wright'ın farklı ilişkilerinden olan toplam 8 çocuğundan sadece ilk ikisiydi. Phillips soyadının taşıyıcısı olan anneleri Sharon ise Ian’ın ünlü olmadan önceki hayatında kaldı. Bu andan itibaren Ian çocuklarına ne olursa olsun sahip çıktı. Kendi yaşadıklarını onlara yaşatmamak için ne gerekiyorsa yaptı. Bu sebeple hem Wright hem Phillips yani Wright-Phillips mirasını futbol sahasında yeni zirvelere gururla taşıdı Shaun ve Bradley.
Wright Efsanesinin Yükselişi
Ian Wright, profesyonel futbol kariyerine adım atmak için Londra’nın görece küçük takımlarından Crystal Palace için denemelere katıldı. Bu denemelerde özellikle hızı ve gol sezgileriyle dikkatleri çekti. Önceki hayal kırıklıklarına rağmen artık amacı büyüktü ve ona göre oynuyordu. O günden sonra toplam 6 yılını geçirdiği kulüpte attığı 117 golle kulüp tarihinin en golcü üçüncü oyuncusu oldu. Birinci sıradaki Peter Simpson 1935’te, ikinci sıradaki Edwin Smith ise 1920’de attığı gollerle sadece onun önünde olan efsanelerdi. Kısacası Ian Wright “Kartallar”ın modern tarihindeki en dikkat çekici ve efsane oyunculardan biri oldu. Artık hedefi daha da yükseldi. Başta Arsenal olmak üzere Londra’nın büyük abilerinin ilgisini çekmişti.
Büyük oğlu Shaun 10, küçük oğlu Bradley 9 yaşındayken Ian Wright adını herkese ezberleteceği Highbury Stadyumu’na ilk adımını attı. Arsenal’de sadece takımın değil İngiltere’nin en elit oyuncularından biri olacağı bir kariyere başladı. İlk sezonunda Gary Lineker’in önünde 29 golle ligin gol kralı oldu. İkinci sezonunda ise “Gunners”la kazandığı ilk kupa FA Cup oldu. Bu turnuvada oynadığı 7 maçta attığı 10 golle takımın neredeyse tüm gol yükünü çekti. Her geçen sezon formu giderek arttı ve takımın merkezine yerleşti. Üçüncü sezonunda Avrupa’nın zirvesine çıkarak Kupa Galipleri Kupası yeni adıyla Şampiyonlar Ligi’ni kazandıklarında yine bayrağı en önde o taşıdı. Geriye bir tek Premier Lig şampiyonluğu kalmıştı ancak o da çok uzakta görünmüyordu.
1997-1998 sezonunda Emmanuel Petit, Patrick Viera, Marc Overmars ve Dennis Bergkamp gibi oyuncularla güçlü bir kadroya sahip olan Arsenal, Premier Lig ve FA Cup dublesi yaptığında Ian Wright 34 yaşında bir rol oyuncusu olarak şampiyonluğa 10 gollük bir katkı yaptı. Arsenal günleri artık sona ermek üzereydi ancak herkes onu büyük bir sevgiyle anmaya devam edecekti. Bayrağı teslim ettiği takım da Arsenal’in son başarılı jenerasyonu olarak tarihe geçecekti ilerleyen yıllarda.
Bayrak Devir Teslimi
Bir diğer bayrak teslimi de o yıllarda aile içinde oldu. Ian Wright; West Ham United, Notthingham Forest, Celtic ve Burnley formalarını da kısa süre giydikten sonra 37 yaşında futbolu bıraktı. Bu esnada da oğlu Shaun Wright-Phillips, dönemin 3. Lig ekibi olan Manchester City as takımına yükseldi. Babası gibi Sunday League’den başlamıştı kariyeri. Kısa boyuna rağmen başlangıçta forvet olarak oynatıldı çünkü son derece patlayıcı ve hızlıydı. Sunday League’de kendini gösterip babasının o dönem forma giydiği Nottingham Forest akademisine kabul edildi ancak fiziksel olarak çok küçük olduğu için 17 yaşında serbest bırakıldı.
Bu noktadan sonra ileriye gitmek için güçlü yanlarına odaklandı. Seçmelerine katıldığı Manchester City ondaki ışığı gördü. İlk maçına kupada Burnley ile çıktığında ironik bir şekilde Şubat 2000'de kariyerinin son takımı olan Burnley'e katılacak olan babasına karşı oynamayı sadece bir seneyle kaçırdı. Ligdeki ilk maçına ise Ekim 1999'da Port Vale karşısında çıktı. Yine de kendini geliştirmesi için sezonun büyük bir kısmını Rezerv takımda geçirdi.
Kevin Keegan, 2001'de teknik direktör olarak göreve gelene kadar nadiren as takımda oynadı. Kendine yer bulmak için forvet oynamayı bırakıp pozisyonel bir değişime uğraması gerekti. Hızını daha etkili kullanabileceği kanat-bek rolüne uygun görüldü. Bu role o kadar hızlı alıştı ve fark yarattı ki kısa sürede İngiltere U21 takımına kadar yükseldi.
Artık mavi-beyazlı formayı da sırtına geçirmeye başladı. Yükselen formu ve etkili performanslarına rağmen Maine Road'da bitmek bilmeyen bir beklenti vardı. Belki bu artan beklentiler bazı şeylerin habercisiydi. O zamanki Manchester City dönemi artık karanlığı gömülmüş olsa da Arap sermayesi öncesi geçirilen son zorlu dönemlerdi. Kurtarıcı niteliğindeki bu sermaye artırımı dolaylı yoldan olsa da Shaun'u etkiledi. Shaun Wright-Phillips, toplam 12 gol attığı 2004 yılında kulüp için Yılın Oyuncusu seçilmesine rağmen kadroda büyük bir yapılanma olacağı için bileti kesildi. Talibi ise çok geçmeden kuzeydoğudan esen rüzgârla bulundu. Sermayesini Rusya’dan getiren başka bir milyoner Roman Abramovich, 31.5 milyon Euro karşılığında onu 2005 yazında Chelsea'ye getirdi.
Ters Yöne Giden Kariyerler
Öte yandan Bradley de Manchester City altyapısında oynamaktaydı. O da kardeşi Shaun gibi kısa boyluydu ancak forvet olarak kendine yer edinmeyi başardı. 19 yaşındayken Rezerv takımda en çok gol atan oyuncu olarak bunu kanıtladı. Abisinin Chelsea’ye transferinin gerçekleştiği sırada ise Bradley de Manchester City as takımına yükselmeyi başardı. As takımdaki değişim bazı altyapı oyuncularıyla desteklense de hala büyük bir kaos vardı. Bu kaosun içerisinde maçlara büyük bir baskıyla çıkan Bradley, oynadığı 32 maçta sadece 2 gol atabildi. Bu performans bu seviyeler için kabul edilebilir değildi ve kulübün oyuncu sirkülasyonunu sağlamak için tomarlarca parası vardı. Bu sebeple 2006’da sadece 500 bin euro karşılığında Championship ekibi Southampton’a yollandı.
Shaun’un yeni takımı Chelsea’yle olan kariyeri de oldukça tutuk başladı. İlk golünü atması için tam 52 maç yani neredeyse 1,5 yıl geçmesi gerekti. Jose Mourinho yine de ona güvendi ve takımdaki yeri için savaşmasına bir sene daha izin verdi. Bu fırsatı iyi değerlendirip kendine rotasyonda sağlam bir yer edindi. Stamford Bridge’de geçirdiği 3 yılda Premier Lig ve FA Cup şampiyonluğu kazanırken önemli bir rotasyon oyuncusu olmasına karşın aslında hızıyla vaat ettikleri çok daha fazlaydı. Kamuoyu ondan istenen skor katkısının alınamadığı düşünüyordu ve bir anda yetersiz damgası yedi. Oysa 3 sezon oynadığı 125 maçta 10 gol 18 asist yapmıştı ve kanat oyununa bir dinamizm ve tehdit getirmişti. Sonunda beklenen son geldi. Jose Mourinho'nun kovulması ve yerine gelen Luiz Felipe Scolari’nin onu kadroda düşünmemesi sebebiyle transfer listesine koyuldu.
Ama yine de bu süreçte 2006 Dünya Kupası’nı gol kuraklığı sebebiyle kaçırdıktan sonra İngiltere Milli Takımı’nın düzenli bir parçası haline geldi. İlk kez 2004'te Ukrayna'ya karşı milli formayı giydi ve devam eden yıllarda da toplam 36 kez maça çıktı. Güney Afrika'daki 2010 Dünya Kupası’yla birlikte de son milli maçlarını oynadı.
Bradley'in uluslararası kariyeri ise İngiltere U20 takımıyla çıktığı beş maçla sınırlı kaldı. Southampton'dan sonra, Plymouth, Charlton ve Brentford gibi takımlarla lig piramidinin aşağısına doğru yuvarlanırken kendini bulması gittikçe zorlaştı. Farklı bir hamleye ve kariyerini kurtaracak bir mucizeye ihtiyacı vardı artık.
İşler Tersine Döner
Shaun Wright-Phillips, Chelsea’den apar topar gönderilse de hala umut vaat etmekteydi. Nitekim 2008'de 11,5 milyon euro karşılığında ilk kulübü Manchester City'ye geri döndü. İlk dönemine yakın bir formdaydı ve iki sezon boyunca 16 gol atıp 18’de asiste imza attı. Ama Shaun’un kaderi hep yapılanmaya kurban gitmekti sanki. 2010’da Valencia’dan gelen muhteşem İspanyol David Silva'nın gelişiyle oynama şansı neredeyse kalmadı. 2011 yılında transferin son gününde bu kez de Malezya sermayesinin satın aldığı Queens Park Rangers'a transfer oldu. Burada geçirdiği 3,5 sezon da takımın kaderiyle birlikte yokuş aşağı gitmeye devam etti.
Her iki oyuncu da düşen kariyerleriyle emekliliğe doğru adım adım yaklaşıyordu ancak iki yıl sonra Bradley, kariyeri için kurtuluş yolunu buldu. 2013'te New York Red Bulls takımına imza atarak MLS’in yolunu tuttu. O dönemde emeklilik ligi olarak görülen MLS’te İngiltere’nin aksine daha rahat ve sakin bir futbol ortamı vardı. Belki de bu sayede Bradley, tüm yeteneklerini göstererek NY Red Bulls için Thierry Henry ile birlikte çok önemli bir oyuncu oldu. Takımın kazandığı ilk büyük başarı olan Supporters’ Shield yani normal sezon şampiyonluğunda yarım sezon da olsa katkıda bulundu. İlk tam sezonunda ise hem ligin en skorer oyuncusu hem de taraftarın sevgilisi oldu. Büyük bir hızla MLS efsanesi olma yoluna girdi. Amerika’da edindiği şöhret, iki kez MLS Altın Ayakkabı ödülü kazanması ve NY Red Bulls tarihinin en çok gol atan oyuncusu olmasıyla katlandı. Bradley'in 195 maçta kaydettiği 108 gol günümüzde hale kırılamamış bir rekor olarak duruyor. Düşük futbol standardına rağmen etkileyici bir başarıyla kendi efsanesini uzak kıtada da olsa yazdı.
Düşüşünü bir türlü engelleyemeyen Shaun da bir umut diyerek Temmuz 2015'te kardeşi Bradley'in yanına NY Red Bulls’a gitti. İlk maçında yedek kulübesinden gelerek takımına penaltı kazandırmakla kalmadı, aynı zamanda kardeşi Bradley'e galibiyet golünün asistini de yaptı. Herkes buradan harika bir hikâye çıkmasını beklerken tek güzel ortak anıları bu maç olarak kaldı. Manchester City’de beraber oynarlarken işler Shaun için iyi, Bradley için kötü giderken burada işler tersine döndü. Bradley kendisini MLS tarihine yazdıran golleri atarken artık Shaun için emeklilik çanları iyiden iyiye çaldı. MLS’te bir sezonun ardından daha alt bir lig olan NASL takımı Phoenix Rising'e geçti ve 2017'de emekli oldu.
Bradley, kendisini taklit etmeye çalışan büyük kardeşinin emekliliğinden sonra da oynamaya devam etti. Los Angeles FC ve Columbus Crew formalarını birer sezon giydikten sonra Amerika'da büyük bir iz bırakmış belki de Hall of Fame olmayı çoktan garantilemiş bir futbolcu olarak kariyerini sonlandırdı.
Büyük kardeş İngiltere'de adını duyurdu; diğeri ise itibarını kazanmak için Amerika Birleşik Devletleri'ne seyahat etmek zorunda kaldı. Ama birlikte Wright-Phillips kardeşler, iz bırakan ve oyuna etki eden kardeşler arasında hep akılda kaldı. Babaları Ian'ı da eklediğinizde, birçok kişiye rakip olabilecek korkunç tehlikeli bir hücum hattı oldu Wright-Philllips ailesi.
Sıradaki Wright-Phillips
Aileye son eklenen futbolcu 2001 yılında dünyaya gelen Shaun Wright-Phillips’in oğlu D’Margio oldu. Kariyerine biraz da babasının kulübe verdiği emekten dolayı olsa gerek Manchester City altyapısında başladı. Kısa bir süre sonra sahada verdiği sinyaller olumlu yönde gelişti ve mirasın yeni sahibi olabileceğine ailesini inandırdı. Babası, büyükbabası ve amcası gibi uluslararası tanınırlığa ilk adımını 2017’de İngiltere U16 takımına seçilerek attı. Gururlu aile geleneğini sürdürmek için kulüp seviyesinde de yükselmesi gerekti. Manchester City, babasının zamanından çok daha popüler hale gelmiş ve artık altyapısında pek çok yetenekli yıldız adayı olduğu için işi oldukça zordu.
Yine de göze girmeyi başardı. Manchester City U18 takımıyla gelişim liginde sağ kanat olarak oldukça iyi performanslar gösterdi. İlk senesinde 4 gol 11 asistlik bir performans ortaya koydu. Ancak yaşı ilerliyor ve her geçen yıl bir üst kademeye zorlaması gerekiyordu. City Rezerv takımı için yeterli görülmediği için Blackburn’e kiralandı ancak orada da süre alamadı. Değişim gerekiyordu ve onu yönlendirebilecek aile fertlerinden hepsi farklı farklı da olsa bu yollardan geçmişti. Kararını Stoke City Rezerv takımına transfer olmaktan yana verdi. Ocak 2021’de başladığı Stoke macerasında ilk golünü attığında takla atarak yaptığı gol sevinci büyükbabasını oldukça korkutmuş olacak ki şu sözleri sarf etti:
Bu benim gol sevinçlerimden daha iyi olabilir ama benim sevinçlerimde belimi kırma, boynumun üzerine düşme gibi riskler yoktu.
D’Margio bu sezon Michael O’Neill’ın kamp kadrosunda as takımla zaman zaman antrenmanlara çıktı ancak büyük sıçramayı yapıp ne zaman ilk as takım maçına çıkacağını hep birlikte göreceğiz. Önünde muhtemel olan uzun bir Premier Lig macerası ve onun da üzerinde kocaman bir Wright-Phillips mirası olacak aşması gereken.
Wright-Phillips’lere Sonsöz
Kariyerleri aynı dönemlerde hep farklı yönde seyreden iki kardeş ve ikisinin üzerinde bu iki oğulun da kariyerine gölge düşürebilecek efsane bir futbolcu babanın hikâyesini okudunuz. Oğulların kariyerleri tam olarak öngörüldüğü gibi gitmemiş olabilir ancak Shaun ve Bradley Wright-Phillips, sonunda ne olursa olsun babaları Ian'ı gururlandırdı. İster Jamaika’da, ister Londra’da, isterse de Amerika’da bir babanın oğluyla gurur duyabileceği somut bir hikâyeydi bu. Wright-Phillips bayrağı artık D’Margio’da.
Sambacı
Comments